top of page

Milad Fakurian / Unsplash
Milad Fakurian / Unsplash

Bedenimiz, yaşamımızın ilk sahnesidir. Bir bedenle dünyaya geliriz ve bedenimiz aracılığıyla insanlarla, dünyayla temas kurarız. Beden, ilişkiselliğimizin belki de en somut kanıtıdır ve erken dönem ilişkilerimizin izlerini taşır. Bir bebeğin en başta hayatta kalabilmesi için, bedensel ihtiyaçlarının karşılanmasında bir başkasına olan bağımlılığı, ruhsal bağımlılığın da kökenini oluşturur. Öte yandan beden, aynı zamanda “ayrı” oluşumuzun da belki de en somut kanıtıdır; ben ve öteki arasındaki en görünür sınırın ifadesidir. Dolayısıyla, bedenimiz ruhsallığın temel çatışmalarından biri olan bağımlılık ve ayrışma arasındaki süregelen gerilimi uzlaştırmamız gereken bir sahneye dönüşür. Beden, kendi bireyselliğimizi, farklılığımızı ifade etmemizde bir araç olurken, aynı zamanda başkalarıyla olan benzerliklerimizle, insan olmanın getirdiği sınırlılıklara bizi karşı karşıya getirir. Bu bağlamda, hepimiz farklı düzeylerde ve çeşitli şekillerde bedenimizle meşgulüzdür. Makyaj, kıyafet seçimleri, spor ya da yeme ve kilo alma konusundaki uğraşlarımız, bedenimizle kurduğumuz ilişkinin gündelik örneklerindendir. Tüm bu uğraşlar popüler kültürün dayattığı beden ideallerine ulaşmanın bazı yolları gibi görünseler de, hepsi ardında kendimize dair öznel anlamlar barındırır. Bugün, estetik cerrahi de giderek sıradanlaşan bir uygulamaya dönüşürken, genellikle, yalnızca günümüz güzellik ideallerinin dayattığı bir olguymuş gibi görülüyor. Böylece, ardında barındırabileceği çeşitli bilinçdışı anlamlar karanlıkta kalıyor. Oysaki, beden ruhsal çatışmaların bir sahnesiyse, beden üzerinde değişiklik yapma kararı da kimi zaman, dayanılmaz hale gelen ruhsal acıya bir çözüm arayışını temsil edebilir. Bu yazıda, estetik müdahalelerin anlamlarını ve işlevlerini genellemenin getirebileceği kısıtlılıkları kabul ederek, beden üzerinden sahnelenen ruhsal çatışmalara -aynanın ardındakilere- psikanalitik bir bakış sunmayı deneyeceğim.


Freud, “Ben her şeyden önce bedenseldir; yalnızca bir yüzey varlığı değil, bir yüzeyin yansıtılmasıdır da” ifadesiyle bedenin, benliğin temeli ve kapsayıcısı olduğunu ortaya koyar (2011, s. 86). Bütünleşmiş bir kendilik duygusunun oluşması, bedensel ve psikolojik kendiliğin, yani fizyolojik duyum ile duygulanımların, bir araya gelip bütünleşmesiyle mümkündür (Krueger, 2001, 2002). Bu bütünleşmenin ne ölçüde sağlanacağı, bebeğin nasıl bir ruhsal dünyaya sahip olacağı, annenin bebeğin bedensel duyumlarını, duygulanımlarını ve yoğun kaygılarını kapsama ve dönüştürme kapasitesiyle doğrudan ilişkilidir. Winnicott’un adlandırmasıyla “birincil annelik tasası”, annenin neredeyse bir delilik halini anımsatan yoğunlukta, yeni doğan bebeğiyle meşguliyetini ifade eder (2012, s. 61). Birincil annelik tasası, yani annenin bebeğinin ne hissettiğini sezme ve ihtiyaçlarına yanıt verme konusundaki duyarlılığı, kendisini bebeğine bir araç olarak sunma kapasitesi, bebeğin ruhsallığının gelişimi açısından büyük bir öneme sahiptir. Klein (2024), anne-bebek arasında durmaksızın işleyen yansıtma ve içe yansıtma süreçlerinin, bebeğin o anki bedensel ve zihinsel durumlarından, dünyayı anlamlandırmasını olanaklı kılan sembolik anlamların türetilmesinde çok önemli bir role sahip olduğunu açıklar. Bion (2024), Klein’ın izinden giderek, bebeğin bilinçdışının, “alfa işlevi” aracılığıyla -annenin kendisine yansıtmalı özdeşleşimlerle iletilen ham duyumları, duygulanımları, kaygıları alıp işleyebilmesiyle- biçimlendiğini öne sürer. “Beta öğeleri”, bir başka ifadeyle, duygusal deneyimlerle ilişkili ham dokunsal, görsel, işitsel, tat ve kokuya dair izlenimler, ancak birbirleriyle bağlantılandırılıp temsillere kavuştuğunda, yani “alfa öğeleri”ne dönüştürüldüğünde, bilinçdışında yer alabilir. Alfa öğeleri, rüya düşüncelerinin de temelini oluşturur ve kişinin deneyimleri üzerine düşünebilmesini ve ruhsal çalışma için gerekli olan bağlantıları kurabilmesini mümkün kılar (s. 32-34). Winnicott, Klein ve Bion’un tarif ettiği ruhsal inşa süreçlerinde çeşitli kesintiler ya da aksaklıklar meydana geldiğinde, kişi kendisini neyden kaynaklandığını bilemediği, anlamlandıramadığı ve ruhsal çalışmasını gerçekleştiremediği bir duygusal acıyla başa çıkamazken bulabilir. Yani kişi, acı veren duygusal deneyiminin rüyasını ne uyanıkken ne de uykuda görebilmektedir (Ogden, 2018). Bu durumda, meydana gelebilecek olası ihtimallerden biri, acı verici duygusal deneyimin kişinin bedeni üzerinden ifade bulmasıdır (McDougall, 2024). Böyle bir durumda, çözüm arayışı da bedensel düzeyde gerçekleşebilir.


Bu noktada, bedenimizle olan ilişkimizin erken dönem yaşantılarımız içinde nasıl şekillendiğini anlamaya ihtiyacımız var gibi görünüyor. Winnicott (2019), bebeğin ilk aynasının annesi olduğunu söyler.


Bebek annenin yüzüne baktığında ne görür? Ben bebeğin normalde kendisini gördüğünü iddia ediyorum. Bir başka deyişle anne bebeğe bakmaktadır ve nasıl göründüğü orada ne gördüğüyle bağlantılıdır. Bütün bunlar biraz fazla kolayca, pek sorgulanmadan kabul edilir. Ben, bebeklerin bakımını üstlenen annelerin doğal olarak iyi yaptıkları bu işin sorgulanmasını istiyorum. Annesi kendi ruh halini, hatta daha da kötüsü kendi savunma mekanizmalarının katılığını yansıtan bebekten söz edersem ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. Bu durumda bebek ne görür? (Winnicott, 2019, s. 152)


Winnicott’un sorusuna yanıtlar ararken, David W. Krueger ve Alessandra Lemma’nın erken dönem ilişkilerimizin, beden algımızı ve deneyimimizi nasıl biçimlendirebileceğine ilişkin sundukları tanımlamalardan yararlanacağım.


Krueger (2001), erken dönemde yaşanabilecek uyumsuz etkileşimlerin çeşitliliğini göz önünde bulundurarak, istikrarlı ve bütünleşmiş bir beden imgesinin oluşmasını sekteye uğratabilecek etkileşimleri üç grupta sınıflandırır: aşırı müdahalecilik ya da aşırı uyarılma[1], empatik duyarlılığın eksikliği ya da yanıtsızlık[2] ve yanıt vermede tutarsızlık ya da seçicilik[3].


Aşırı müdahalecilik / Aşırı uyarılma

Bebeğin bedenini nasıl deneyimlediği, doğumdan itibaren, annenin bakışları, dokunuşları ve yansıtmalarıyla biçimlenir. Anne-bebek arasındaki ruhsal veya bedensel sınırların bebeğin aleyhinde bulanıklaşması, yani bebeğin annenin kendi çözümlenmemiş meseleleri için bir nevi araç haline gelmesi, bebeğin ruhsal gelişiminde ciddi bozulmalara yol açabilir. Anne bilinçdışı bir şekilde bebeğini kendi ruhsal çatışmalarını yansıttığı bir taşıyıcı olarak kullandığında, büyümekte olan bebeğin ayrışma ihtiyacına yanıt vermekte duyarsız kalabilir. Erken dönemde meydana gelen fiziksel ya da cinsel istismar yaşantıları da bu gruba dahildir. Ruhsal ve/ya bedensel anlamda aşırı uyarıma maruz kalan bebeğin, ayrı ve bütünlüklü bir kendilik ve beden imgesi geliştirmesi sekteye uğrar. Bu da kişinin ilerleyen yıllarda, bedenini ve benliğini ayrıştırmaya yönelik yoğun ve ilkel arayışlara yönelmesine neden olabilir. Aşırı egzersiz yapmak, yemek yemeyi reddetmek ya da kendini yaralamak gibi eylemler, bu arayışların birer dışavurumu olabilir.


Empatik duyarlılığın eksikliği / Yanıtsızlık

Bebek, kendi bedenine ilişkin farkındalık geliştirebilmek ve güvenli sınırlar inşa edebilmek için, annenin bebeğin duygusal ve fiziksel deneyimlerindeki, hareketlerindeki ve çıkardığı seslerdeki nüansları tanımasına, bunlara uyumlanmasına ve tutarlı bir şekilde yanıt vermesine ihtiyaç duyar. Annenin yatıştırıcı teması, sevgi dolu dokunuşları ve kucaklaması, bebeğin içsel ve dışsal uyaranları ayırt edebilmesini ve düzenleyebilmesini, bütünleşmiş bir kendilik ile beden algısı oluşturabilmesini destekler. Ancak, bebeğin deneyimleri anne için bir referans haline gelemediğinde, kişinin kendilik ve beden imgeleri bulanıklaşır; benlik ve beden sınırları net bir şekilde tesis edilemez. Dürtüsel, bağımlılık içeren ya da zorlantılı davranışlar, aslında kişinin benlik ve beden sınırlarını hissetmeye ve tanımlamaya yönelik arayışlarını ifade eder. Tıka basa yemek, kusmak, bilek kesmek, zorlantılı cinsel davranışlarda bulunmak, bu arayışlara örnek oluşturur.


Yanıt vermede tutarsızlık / seçicilik

Anne, bebeğin yalnızca belirli uyaranlarına yanıt verdiğinde, örneğin fiziksel ihtiyaçlar ya da fiziksel acı durumlarında yanıt verirken, duygusal uyaranları görmezden geldiğinde, bebeğin deneyim dünyasını daraltır. Bu durumda, bebek de kendi duygusal deneyimlerini fiziksel acı ve hastalık etrafında yapılandırır. Bunun sonucunda, kişi psikosomatik ifadelere yatkın hale gelir ve anlamlandıramadığı duygusal deneyimlerini bedeni aracılığıyla dışavurur.


Krueger’ın (2001), tanımladığı erken dönem etkileşimlerini izleyen gelişimsel seyirler, bizi derinin yalnızca fiziksel bir sınır olmanın ötesindeki işlevlerini düşünmeye davet ediyor. Esther Bick (2011) bebek gözlemlerinden yola çıkarak, bebeğin derisinin ve ilk nesnelerinin (anne, baba ya da bakım verenler), benliğin henüz bedenin parçalarından ayrışmamış en ilkel unsurlarını bir arada tutan temel bir işleve sahip olduğunu ortaya koymuştur. Benliğin içsel bütünleşme kapasitesinin gelişimi, en başta bu işlevi bebeğin yerine üstlenebilecek bir dış nesnenin varlığına bağlıdır. Daha açık bir ifadeyle, annenin bebeğine dokunuşu, okşayışı, sarılması, tutmasıyla ilişkili deri duyumları, bebeğin benliğini bir arada tutan bedensel bir kapsayan işlevi görür. Ancak deri, gerçek nesnenin bebeğine uyumlanma yetersizlikleri ya da bebeğin nesneye düşlemsel saldırıları nedeniyle kapsayan işlevi göremediğinde, kişi bu işlevi yerine getirebilecek “ikinci bir deri” arayışına yönelir; böylelikle nesneye olan bağımlılık sahte bir bağımsızlıkla yer değiştirir (Bick, 2011, s. 135). Bu bağlamda, aşırı egzersiz yapma, zihinsel işlevlerin aşırı kullanımı, yemeyi reddetme gibi davranışlar, bir tür ikinci deri işlevi olarak düşünülebilir. Ancak, ikinci derinin sağladığı bütünleşme yanılsaması, daima geçici ve kırılgandır (Bick, 2011). Bick’in fikirlerini geliştirerek Anzieu (2022), deri-ben kavramını öne sürer. Anzieu’ye göre, benlik öncelikle bir deri-benliktir. Deri-ben, bebeğin yaşamının en erken evrelerindeki beden yüzeyine dair deneyimlerinin, benliğin ruhsal bileşenlerini kapsayan bir yapı olarak zihinde temsil edilmesini ifade eder. Bebeğin bedeninin yüzeyine dair algısı, annesi tarafından beslenirken, okşanırken, tutulurken, giydirilirken, annesinin derisiyle kurduğu temas aracılığıyla gelişir. Bu temaslar, düşlemsel olarak anne-bebek arasında “ortak bir deri” paylaşılıyormuş gibi deneyimlenir (Anzieu, 2022, s. 80). Ortak deri deneyimlerinden oluşmakta olan deri-ben, tıpkı derinin tüm beden yüzeyini sarması gibi, tüm ruhsal aygıtı kapsayan bir dış kabuk olarak düşlemsel düzeyde temsil edilir ve bebeğe kendisini güvende hissetmesini sağlayan narsisistik bir zar sunar (Anzieu, 2022). Ancak bu koruyucu işlev, daha önce de belirtildiği üzere, çeşitli nedenlerle gelişemeyebilir.


Bu bağlamda, estetik ameliyatlarla deriye yapılan müdahalelerin, yalnızca bedensel bir dönüşüm değil, aynı zamanda ruhsal bir bütünlük arayışını da temsil edebileceği düşünülebilir. Ameliyat, kişiye idealde annenin erken dönemde sağlaması gereken koruyucu ve bütünleştirici bir ruhsal deriyi yeniden inşa etme yanılsaması sunabilir.


Krueger’ın (2001) tanımladığı etkileşimlerle uyumlu olarak, Alessandra Lemma (2010), Under the Skin: A Psychoanalytic Study of Body Modification kitabında, beden yüzeyinde değişiklik yapmanın, derinin ardında, kişinin iç dünyasında, ne tür anlamlar barındırabileceğini kapsamlı bir şekilde inceler. Klinik deneyimlerini, güncel medyaya dair gözlem ve araştırmalarıyla harmanlayarak, estetik müdahalelerin ardındaki bilinçdışı motivasyonları, geri alma düşlemi[4], kendi kendini yaratma düşlemi[5] ve mükemmel uyum düşlemi[6] olarak adlandırdığı üç düşlem üzerinden ele alır.


Geri alma düşlemi

Krueger’ın (2001) aşırı müdahalecilik/aşırı uyarılma altında tanımladığı etkileşimleri yeniden ele alabiliriz. Bebek, bazı durumlarda, annenin projeksiyonlarının taşıyıcısı haline gelebilir. Lemma (2010), bu süreci ayrıntılı bir biçimde betimler:


Anne, bebeğine baktığında, kendi içinde kabul edilemez bulduğu 'çirkin' bir şeyle karşılaşır; ancak bu çirkinliği bebeğe yansıtarak onun bedenini 'kötü' ve 'çirkin' olarak görür. Bakışları aracılığıyla kendi istenmeyen yönlerini bebeğe yükler ve ardından bebeği, kendi ideallerine uymamakla suçlar. Bu tür etkileşimler, bebeği, artık kendisine mal edilen 'çirkinlik' ve 'kötülük' üzerinden onu eleştirel ve yargılayıcı bir şekilde inceleyen bir ötekinin varlığına maruz bırakır. Öte yandan, algılanan düşmanlık her zaman bu kadar açık bir şekilde kendini göstermeyebilir. Bazen, annenin bebeği tarafından yansıtılan sözde 'çirkin' duyguları kabul edememesi gibi daha örtük bir şekilde de deneyimlenebilir. Bu durum, sembolik düşüncenin gelişimini ciddi şekilde sekteye uğratabilir ve sindirilemeyen yansıtmalardan kaynaklanan duyguların doğrudan bedende ifade bulmasına yol açabilir (s. 79).


Lemma (2010), bu deneyimlere sahip kişilerin bedenlerini asla tamamen kendilerine ait hissetmediklerini, aksine annenin bir 'mal varlığı' gibi deneyimlediklerini gözlemlemiştir. Ayrıca, genellikle yeme zorlukları yaşadıklarını ve bedenlerinin belirli bir kısmını değiştirme arzusuna yoğunlaştıklarını tespit etmiştir. Bu kişilerde, bedenin hoşnut olunmayan parçalarının, hem nefret edilen hem de nefret eden nesneye dair unsurları temsil ettiği düşünülebilir. Böyle bir durumda kişi, bedende somut bir şekilde var olduğu hissedilen bu nesne tarafından ele geçirilmiş gibi hisseder ve benliğin bu nesneden kurtulması gerektiğini deneyimler. Lemma, estetik müdahalenin altında yatabilecek bu motivasyonu “geri alma düşlemi” olarak adlandırır (2010, s. 93). Böylece bedenin değiştirilmesi, annenin beden üzerindeki yabancı ve kirletici etkisinden kurtulmayı mümkün kılma yanılsaması sunabilir ve anneden ayrışamama dehşetini geçici olarak yatıştırma işlevi üstlenebilir.


Kendi kendini yaratma düşlemi

Eğer öteki (anne), kişinin kendinde eksik hissettiği bir bütünlüğe/tamlığa sahip olarak algılanırsa, haset duygusu harekete geçebilir (Klein, 2020). Nesnenin sahip olduğu iyi şeyleri kendine sakladığı düşüncesi, derin bir kırgınlığın beslediği haseti daha da körükler. Lemma (2010), bu dinamiğin estetik cerrahiye yönelen bazı kişilerin öykülerinde açıkça görüldüğünü ifade eder. Kişi hissettiği yoğun hasetle başa çıkabilmek için, bedeni yeniden tasarlayarak kendisini yaratabileceği inancına sığınabilir. Bu bağlamda estetik müdahaleler, Lemma’nın “kendi kendini yaratma düşlemi” olarak adlandırdığı, yaratıcı ve annesel bedeni sahiplenme yanılsamasının sahneye konmasıdır (2010, s.113). Aynı zamanda bu müdahaleler, arzu nesnesine olan bağımlılığı aşma çabasını da içinde barındırır. Bunun yanı sıra haset, annenin kendi yetersizlik duygularını bebeğin bedensel kendiliğine yansıtması durumunda da ortaya çıkabilir.


Kendi kendini yaratma düşleminin bilinçdışı amacı, bedenden anneyi andıran tüm izleri silmektir; bu aynı zamanda anne-baba çiftine yönelik örtük bir saldırıyı da içinde barındırır. Kişinin kendi varoluşuna dair bu temel dair gerçeği reddetmesi, anne ile bebeğin paylaştığı bedensel gerçeklikle birlikte, ebeveyn çiftinin varlığını da inkâr etmesi anlamına gelir. Öte yandan, anne-baba çiftinin kabulü, kişilerin hem birbirlerinden farklı olduklarını hem de birbirlerini tamamladıkları gerçeğini kabullenmelerine olanak tanır; kendi eksikliklerini ve dolayısıyla bir başkasına duydukları ihtiyacı anlamalarını sağlar.


Lemma, kitabında ele aldığı vakaların çoğunda, babanın fiziksel ya da duygusal olarak yok olduğuna dikkat çeker. Fazlasıyla baskın bir annenin varlığına ve neredeyse tamamen yok olan bir babaya maruz kalmış bu kişilerin, anneleriyle aralarındaki sembiyotik bağdan azade olmalarını sağlayacak bir üçüncü yeterince mevcut olamamıştır (Freud, 2018). Bu durumda kişinin, içinde bulunduğu ruhsal çıkmaza, bedensel müdahaleler yoluyla eylem düzeyinde bir çözüm araması muhtemeldir.


Mükemmel uyum düşlemi

Hepimiz, kendimizi daha iyi hissetmek ya da başkalarına çekici görünmek için bedenimizin yüzeyini değiştirme cazibesine, yalnızca giysi ya da makyaj yoluyla bile olsa, farklı derecelerde kapılırız. Ancak, anneyle olan etkileşimlerde arzu edilir olduğunu hissetme deneyiminden neredeyse tamamen mahrum kalınmışsa -özellikle bu mahrumiyet erken dönemde gerçekleşmişse- sıradan bir bedende var olmayı sürdürmek daha da zorlaşır. Annenin anlaşılmaz, mesafeli ya da yok gibi algılanması, kişinin kendisine şefkatle ve anlayışla bakan güvenli bir gözlemciyi içselleştirmesini zorlaştırır. Bunun yerine, kişinin iç dünyasında daha eleştirel ve yargılayıcı bir nesnenin baskınlık kazanması olasıdır. Bu durumda, bedeni ideal hale getirme isteği, daha acil, daha katı ve ödünsüz bir hale gelir.


Güzel olma arzusu, “mükemmel uyum düşlemi” ile beslenir; yani kişi, ötekinin sevgi dolu bakışını garanti edeceğine inandığı ideal bedeni yaratma motivasyonuyla eyleme geçer (Lemma, 2010, s. 34). Böyle durumlarda bedensel müdahale, idealize edilmiş bir kendilik ile idealize edilmiş bir nesnenin bütünleşmesini hedefler. Estetik müdahaleler aracılığıyla kişi, kendisine bakıldığında ne görüldüğüne dair mutlak bir kesinliğe ulaştığı yanılsamasını yaşayabilir.


Bahsedilen üç düşlem de nesnenin bağımsız varoluşunu ortadan kaldırmayı veya etkisizleştirmeyi amaçlayan ortak bir bilinçdışı hedefe sahiptir. Geri alma ve kendi kendini yaratma düşlemleri, bedensel değişim yoluyla nesnenin izlerini tamamen silmeyi açık bir şekilde hedeflerken, mükemmel uyum düşleminde nesne daha dolaylı bir şekilde ortadan kaldırılır: Arzu, idealize edilmiş bir imgeyle bir olmak, böylece fiilen nesnenin var olmadığı bir duruma ulaşmaktır (Lemma, 2010).


Bir kişinin kelimelere dökemediği, çözülmesi imkansızmış gibi hissettiği sorunlarına, bedensel düzeyde, burnunun şekline ya da yüzündeki kırışıklıklara odaklanarak çözüm aramasının cazip bir sadeliği olduğu yadsınamaz. Görece kusursuz bir bedene sahip olmak, güzel olmak, iç dünyada baskın ve düzenleyici bir rol üstlendiğinde, bir tür “ruhsal inziva” (Steiner, 2023) haline gelebilir. Steiner’a göre (2023) ruhsal inzivalar, kaygıdan ve gerçekliğin acı verici yönlerinden kaçınmak üzere kullanılan, tümgüçlü düşlem ve kontrolün hüküm sürdüğü zihinsel sığınaklardır (s. 7). Bu sığınaklardan çıkmak, kişinin çaresizlik, hayal kırıklığı, öfke, kıskançlık, haset ve suçluluk gibi duygularla yüzleşmesini gerektirir.


Lemma’nın (2010) tanımladığı düşlemler, içselleştirilmiş annenin nefret edilen ve eden yönlerinden kurtulmayı amaçlıyor gibi görünse de gerçeklikte olan, bu iç nesneyle bağın sadakatli bir biçimde sürdürülmesidir. Çünkü burada bir kayıp söz konusu değildir, nesne tümgüçlü bir şekilde kontrol edilerek denetim altında tutulur. Nesnenin kaybedilmesini, yani nefret eden ve edilen nesneden özgürleşmeyi mümkün kılan, yas çalışmasının gerçekleştirilebilmesidir (Freud, 1957). Zorlayıcı duygulara tahammül etmek ve acı verici duygusal deneyimi simgeleştirmek, yas çalışmasının temelini oluşturur (Ogden, 2018). Bunun için de kişi, bedeni üzerinden ifade bulan henüz işlenmemiş ham duyumlarını, duygulanımlarını, kaygılarını kapsayabilecek, simgeleştirecek bir ötekiye ihtiyaç duyar. Analistin/terapistin kendisine yansıtılan, kişinin duygusal deneyimine henüz entegre edilememiş bu parçaları kapsama yetisi, ruhsal çalışmanın gerçekleştirilmesine olanak tanır (Bion, 2024). Başta analistin/terapistin üstlendiği bu işlevi kişinin zaman içinde içselleştirmesiyle, sığındığı ruhsal inzivadan çıkması, kendi deneyimleri üzerine düşünebilmesi, kendi deneyimlerinden öğrenebilmesi ve yaşamını farklı bir biçimde sürdürebilmesi mümkün hale gelir (Ogden, 2018).


Ruhsal inzivanın en görünür izlerinden bir diğerine, insan olmanın temel trajedilerinden biri olan yaşlanma ve ölüm gerçekliğiyle kurulan ilişkide rastlarız (Steiner, 2023). Günümüzde gittikçe yaygınlaşan botoks, yüz germe, karın germe gibi estetik müdahalelerin bir bakıma yaşlanma ve ölüm felaketlerine bir tür meydan okuma iddiası taşıdığını düşünebiliriz. Bu tür müdahaleler, bedenin çeşitli bölgelerinde yaş aldıkça meydana gelen sarkma, yağlanma, kırışıklık vs. gibi dönüşümleri ortadan kaldırarak zamana meydan okur; kişinin hala genç olduğu ve bir genç insanın bedenine sahip olduğu yanılsamasına sığınmasını mümkün kılar. İnkar ve tümgüçlülükle beslendiği ölçüde bedensel müdahaleler, yaşlanma ve ölüm karşısındaki çaresizliği kabul etmenin, yaş aldıkça kaybedilen gücün ve bedenin yasını tutabilmenin karşısında konumlanır. Ancak, her ne kadar bedeni kontrol etmeye çalışırsak çalışalım, yaşam döngüsünde ölüm gerçeğine doğru ilerledikçe, bedenin de değişime uğraması kaçınılmazdır. Kişinin, ölüm ve zaman karşısındaki sınırlılıklarını kabullenebilmesi, yalnızca acı verici duygularla yüzleşmesini değil, aynı zamanda kendisi için anlamlı bir hayat sürmenin yollarını aramasını da beraberinde getirecektir.


Yazımın sonlarına yaklaşırken, aynanın ardındakileri anlamaya yönelik çıktığım bu yolculuğu, Slyvia Plath’in Ayna (1971, s. 34) şiirine yer vererek tamamlamak istiyorum.


Gümüşüm ve doğruyum. Önyargısızım.

Ne görürsem anında yutarım,

Olduğu gibi – sevgi ya da nefretin sisine bulanmadan.

Zalim değilim, sadece gerçeğim,

Dört köşeli, küçük bir tanrının gözü.

Çoğu zaman karşımdaki duvarı seyre dalarım.

Pembe, benek benek. O kadar uzun baktım ki,

Kalbimin parçası sayıyorum. Ama titrer.

Yüzler ve karanlıklar sürekli aramıza girer.

 

Şimdi bir gölüm. Bir kadın eğiliyor üzerime,

Derinliklerimde kim olduğunu arıyor.

Sonra o yalancılara dönüyor – mumlara ya da aya.

Sırtını görüyorum ve sadakatle yansıtıyorum.

Gözyaşları ve titreyen elleriyle karşılık veriyor bana.

Onun için önemliyim. Geliyor ve gidiyor.

Her sabah karanlığın yerini onun yüzü alıyor.

İçimde bir genç kızı boğdu, ve şimdi,

Her gün ona doğru yükseliyor içimde yaşlı bir kadın,

Korkunç bir balık gibi.[7]


Şiir beni, anne ile bebek arasındaki sınırların henüz oluşmadığı, doğum sonrası döneme götürüyor. Annenin bedeninde, dokunuşlarında, gözlerinde, kendi ruhsallığının tohumları yeşermeye başlayan bir bebek… Pembe benekli duvarda, meme annede kendini arayan bir bebek. Tanrı annenin gözünde ne görüyorsam ben oyum, tanrı anne soğuk ve yanıtsız bir duvar gibi, kendimi göremiyorum. Kendi sınırlarım bulanık, bir göl gibi. Annem kendini bende arıyor, kendine ait parçaları içime koyuyor. Sadakatle kabul ediyorum annemden gelenleri ve kendinde kabul etmediği ne varsa, ben o oluyorum. Annem benim için önemli, ben onun için önemli olduğuma inanmak zorundayım. Anneme ihtiyaç duyuyorum, içimdeki canlılıktan vazgeçiyorum. Artık yalnızca nefret edilen değil, nefret edenim de. Ve gün geçtikçe, içimdeki anneye, kendimin bir parçasına, yöneliyor öfkem, nefretim, saldırganlığım.

Slyvia Plath’in dizelerinde, yazı boyunca değinmeye çalıştığım pek çok şeyi bulabiliyoruz. Ötesini siz okuyucularımızın çağrışımlarına bırakıyorum…

 

[1] Overintrusiveness or overstimulation

[2] Empathic unavailability or nonresponse

[3] Inconsistency or selectivity of response

[4] The reclaiming phantasy

[5] The self-made phantasy

[6] The perfect match phantasy

[7] Şiirin Türkçe çevirisi bana aittir. Orijinal metin:

Mirror

I am silver and exact.

I have no preconceptions.

Whatever I see I swallow immediately

Just as it is, unmisted by love or dislike.

I am not cruel, only truthful-

The eye of a little god, four-cornered.

Most of the time I meditate on the opposite wall.

It is pink, with speckles. I have looked at it so long

I think it is part of my heart. But it flickers.

Faces and darkness separate us over and over.


Now I am a lake. A woman bends over me,

Searching my reaches for what she really is.

Then she turns to those liars, the candles or the moon.

I see her back, and reflect it faithfully.

She rewards me with tears and an agitation of hands.

I am important to her. She comes and goes.

Each morning it is her face that replaces the darkness.

In me she has drowned a young girl, and in me an old woman

Rises toward her day after day, like a terrible fish.

 



Kaynakça


Anzieu, D. (2022). Deri-Ben. (N. Tura, Çev.) İstanbul: Metis Yayınları. (Özgün eser 1995 tarihlidir).


Bick, E. (2011). The experience of the skin in early object relations. M. H. Williams (Haz.) The Tavistock model: Papers on child development and psychoanalytic training içinde, (s. 133-138). Londra: Karnac Books. (Özgün eser 1968 tarihlidir).


Bion, W. R. (2024). Yaşayarak öğrenmek. (T. Güvenir, Çev.). İstanbul: Bağlam Yayınları. (Özgün eser 1962 tarihlidir).


Freud, S. (1957). Mourning and melancholia. J. Strachey (Haz.) The standard edition of the complete psychological works of Sigmund Freud, volume XIV (1914-1916): On the history of the psycho-analytic movement, papers on metapsychology and other works içinde, (s. 237-258). Londra: The Hogarth Press ve The Institute of Psycho-analysis. (Özgün eser 1917 tarihlidir).


Freud, S. (2011). Haz ilkesinin ötesinde - Ben ve id. (A. Babaoğlu, Çev.). İstanbul: Metis Yayınları. (Özgün eserler 1920 ve 1923 tarihlidir).


Freud, S. (2018). Uygarlığın huzursuzluğu. (H. Barışcan, Çev.). İstanbul: Metis Yayınları. (Özgün eser 1930 tarihlidir).


Klein, M. (2020). Haset ve şükran. (O. Koçak & Y. Erten, Çev.). İstanbul: Metis Yayınları. (Özgün eser 1957 tarihlidir).


Klein, M. (2024). Nesne ilişkileri: Haset ve şükran ve diğer yazılar, 1946-1963. (M. Arık, Çev.). İstanbul: Metis Yayınları. (Özgün eser 1975 tarihlidir).


Krueger, D. W. (2001). Body self: Development, psychopathologies, and psychoanalytic significance. The Psychoanalytic Study of the Child56(1), 238-259.


Krueger, D. W. (2002). Integrating body self and psychological self. Londra ve New York: Routledge.


Lemma, A. (2010). Under the skin: A psychoanalytic study of body modification. Londra ve New York: Routledge.


McDougall, J. (2024). Zihnin tiyatroları: Psikanalitik sahnede yanılsama ve hakikat. (A. Şimşek, Çev.). İstanbul: Sfenks Kitap. (Özgün eser 1985 tarihlidir).


Ogden, T. H. (2018). Şu psikanaliz sanatı: Görülmemiş rüyaları görmek, kesintiye uğramış çığlıkları duymak. (B. Erdal, Çev.). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. (Özgün eser 2005 tarihlidir).


Plath, S. (1971). Mirror. T. Hughes (Haz.) Crossing the water içinde, (s. 34.). New York: Harper & Row.


Steiner, J. (2023). Ruhsal inzivalar: Psikotik, nevrotik ve sınır hastalarda patolojik örgütlenmeler. (E. Trak, Çev.) İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. (Özgün eser 1993 tarihlidir).


Winnicott, D. W. (2012). Primary maternal preoccupation. P. Mariotti (Haz.) The maternal lineage: Identification, desire, and transgenerational issues içinde, (s. 59-66). Londra ve New York: Routledge. (Özgün eser 1958 tarihlidir).


Winnicott, D. W. (2019). Oyun ve gerçeklik. (T. Birkan, Çev.). İstanbul: Metis Yayınları. (Özgün eser 1971 tarihlidir).



ree

Sevgililer arasında yaşanan kıskançlıklar, çatışmalar, kavgalar, anlaşmazlıklar, küskünlükler genellikle ilişkinin normal bir parçası olarak kabul görür. Hatta, bu yaşantılar o denli olağanlaşmıştır ki ilişkinin ya da evliliğin ‘tuzu biberi’’ olarak bile değerlendirilir. Dizilerde, filmlerde, şarkılarda çatışmalı, iniş çıkışlı, kavgalı aşkların daha tutkulu ve daha ‘büyük’ aşk gibi yansıtıldığını da sıkça görürüz. Örneğin, acı çekmek, kıskanmak, peşini bırakmamak, ölümüne sevmek, başkasına yar etmemek, onsuz yaşayamamak, onun için ölümü göze almak, dünyayı karşısına almak, her şeyden vazgeçmek gibi temalar genellikle sevginin ne denli güçlü olduğunu vurgulamak için bolca işlenir. Öte yandan, psikoloji biliminin kuram ve araştırmalarından yola çıkarak ele aldığımızda, aşkın göstergesi sandığımız yaşantıların bir kısmının çok ciddi birer şiddet yaşantısı olduğunu ve bu şiddetin de psikolojik sağlık üzerinde yıkıcı etkilerinin olduğunu söylemek mümkündür.


Peki, sevgililer arasındaki yaşantıların ne kadarı doğal ve olağan kabul edilir? Bir yaşantının şiddet olup olmadığı nasıl anlaşılır?


Sevgililer arasında yaşanan şiddeti tanımlayabilmek için üç temel kategoriden söz edebiliriz. Bunlardan biri kasıtlı olarak yapılan ve kişinin beden bütünlüğüne zarar verme potansiyeli taşıyan olguları tanımlayan fiziksel şiddettir. Tokat atma, itme, tekme atma, bir şeyler fırlatma, omuzlardan tutup sarsma, boğazını sıkma, kolunu sıkma, ısırma, tükürme ve benzeri olguları fiziksel şiddet olarak değerlendirmek mümkündür (World Health Organization [WHO], 2013). İkinci kategori psikolojik şiddettir. Aşağılama, kontrol etmeye çalışma, hakaret etme, iftira atma, korkutma, tehdit etme, arkadaşlarla görüşmeye izin vermeme, aile üyeleriyle ilişkileri kısıtlama, aşırı kıskançlık, sebepsiz hesap sorma gibi eylemler psikolojik şiddete örnek verilebilir (Krebs ve ark., 2002). Üçüncü kategori ise cinsel şiddettir. Cinsel şiddet, rızası ve isteği olmayan partnerle cinsel eylemde bulunmaktır. Cinselliği istemeyen veya istemediğini dile getirmekte zorlanan kişiyi ikna etmeye çalışmak, zorlamak, baskı altında hissettirmek, reddetme çabalarını görmezden gelmek gibi durumlar cinsel şiddete örnek verilebilir (Basile ve Saltzman, 2002).


Fiziksel, psikolojik ve cinsel şiddet kategorilerine ek olarak, son yıllarda üzerinde çalışılan bir diğer kategori ise takip yoluyla taciz etme (stalking) kategorisidir. Bu kategori korkutucu, yineleyici ve rıza dışı bir biçimde takip edilme olgularını tanımlamak üzere oluşturulmuştur (Spitzberg ve Cupach, 2007). Kişinin sosyal ilişkiler kurduğu ortamlarda haberi olmadan izlenmesi, partneri tarafından ani ziyaretlere maruz bırakılması, görüntülü aramalarla çevre kontrolü yapılması, nerede bulunduğuna ve kimlerle zaman geçirdiğine dair sık sık rapor vermek zorunda kalması, telefonundan veya sosyal medya hesaplarından yaptığı konuşmaların/yazışmaların izlenmesi gibi olgular da partner şiddeti olarak değerlendirilebilir.


Dünya Sağlık Örgütü’nün 736 milyon kadın katılımcı üzerinde yürüttüğü uluslararası bir çalışmada her üç kadından birinin yaşamının bir noktasında partner şiddeti deneyimlediği bulunmuştur (WHO, 2021). Ayrıca, toplamda 21 ayrı ülkede yürütülmüş olan 35 yaygınlık araştırmasının verilerinin incelendiği bir çalışmada fiziksel şiddetin %90’lara, cinsel şiddetin ise %76’lara kadar ulaşabildiği gösterilmiştir (Krahé ve ark., 2005). Ancak, partner şiddetinin yalnızca kadınların maruz kaldığı bir yaşantı olduğunu da düşünmemek gerekir. Örneğin, Kore ve İngiltere’de yürütülen çalışmalarda erkekler arasında şiddete maruz kalma oranlarının da %15-20 arasında olduğu gösterilmiştir (Carrado ve ark., 1996; Kim ve Emery, 2003).


Partner şiddetinin gündelik yaşamın içinde oldukça sık meydana geliyor olması onun normal veya sağlıklı olduğu anlamına gelmez. Bu eylemler ilişkinin güzelliği, sevginin büyüklüğü, aşkın derinliği hakkında bilgi vermez; dolayısıyla olağan ve doğal şeyler olarak kabul edilemezler. Aksine, partner şiddetinin fiziksel ve psikolojik sağlık üzerinde çok ciddi yıkıcı etkileri vardır. Örneğin, araştırmalar partner şiddetinin travma sonrası stres bozukluğu, depresyon, kaygı, madde kullanımı, öz saygının azalması, yaşam doyumunun azalması, intihar düşünceleri gibi psikolojik zorluklar açısından bir risk teşkil ettiğini gösteriyor (örn., Coker ve ark., 2002; Schneider ve ark., 2009; Zlotnick ve ark., 2006). Ancak, partner şiddetinin olduğu ilişkileri sonlandırmak her zaman kolay olmayabiliyor. Bu konuyla ilgili bir sonraki yazımda ise, şiddet döngülerinin nasıl sürdüğünü aktaracağım.


Kaynaklar


Basile, K. C., & Saltzman, L. E. (2002). Sexual violence surveillance; uniform definitions and recommended data elements.


Carrado, M., George, M. J., Loxam, E., Jones, L., & Templar, D. (1996). Aggression in British heterosexual relationships: A descriptive analysis. Aggressive Behavior: Official Journal of the International Society for Research on Aggression, 22(6), 401-415.


Coker, A. L., Davis, K. E., Arias, I., Desai, S., Sanderson, M., Brandt, H. M., & Smith, P. H. (2002). Physical and mental health effects of intimate partner violence for men and women. American journal of preventive medicine, 23(4), 260-268.


Kim, J. Y., & Emery, C. (2003). Marital power, conflict, norm consensus, and marital violence in a nationally representative sample of Korean couples. Journal of Interpersonal Violence, 18(2), 197-219.


Krahé, B., Bieneck, S., & Möller, I. (2005). Understanding gender and intimate partner violence from an international perspective. Sex Roles, 52(11), 807-827.


Krebs, C., Breiding, M. J., Browne, A., & Warner, T. (2011). The association between different types of intimate partner violence experienced by women. Journal of Family Violence, 26(6), 487-500.


Schneider, R., Burnette, M. L., Ilgen, M. A., & Timko, C. (2009). Prevalence and correlates of intimate partner violence victimization among men and women entering substance use disorder treatment. Violence and victims, 24(6), 744-756.


Spitzberg, B. H., & Cupach, W. R. (2007). The state of the art of stalking: Taking stock of the emerging literature. Aggression and violent Behavior, 12(1), 64-86.


World Health Organization. (2013). Global and regional estimates of violence against women: prevalence and health effects of intimate partner violence and non-partner sexual violence. World Health Organization.


World Health Organization (2021, Nov 21). Violence against women estimates. https://who.canto.global/s/KDE1H?viewIndex=0&column=document&id=u41b2j9qv57ghefgdmd0ad7e6n


Zlotnick, C., Johnson, D. M., & Kohn, R. (2006). Intimate partner violence and long-term psychosocial functioning in a national sample of American women. Journal of interpersonal violence, 21(2), 262-275.


Bu yazı Dipnot Danışmanlık web sitesinde yayınlanmıştır.

Bir önceki yazımda ilişkilerdeki farklı şiddet türlerini, şiddet döngüleri ve bunların insanların ruh sağlığı üzerindeki etkilerini tartışmıştım. Partner şiddetinin hem bu denli yaygın oluşu hem de psikolojik sağlık üzerindeki yıkıcı etkileri bir arada düşünüldüğünde, ‘’İnsanlar şiddete neden katlanıyor, neden ayrılmıyor?’’ sorusu akla gelebilir.


ree

Soru çok net ve basit gibi görünse de yanıtı biraz karmaşıktır. Şiddetin yaşandığı bir ilişkide şiddet döngüsünü veya ilişkinin kendisini sonlandırmak çok kolay değildir. İlk olarak, kişinin yaşadığı şeyin adını koyması, yani ‘’bu bir şiddettir ve ben bu ilişkide şiddete uğruyorum/şiddet uyguluyorum’’ diyebilmesi gerekir ki bu oldukça zordur. İnsanlar yaşadıkları şeyin şiddet olduğunu algılamayabilir, anlık bir öfkeye yaşanmış şeyler olarak görebilir veya şiddeti sevginin ve bağlılığın doğal bir parçası olarak yorumlayabilir. Böyle durumlarda şiddet döngüsü devam edecektir. İkincisi, yaşanan olayın şiddet olduğu algılansa ve kişi bundan rahatsızlık duysa bile ilişkiyi bitirecek veya şiddeti durduracak adımları atamayabilir. Kişi şiddete uğrasa veya şiddet uygulasa, bu şiddetten muzdarip olsa, yine de bu ilişkiyi sürdürmeyi seçebilir. Bu seçim, çoğunlukla kişinin hayatının erken dönemlerinde, bakımverenleriyle kurduğu ilişki örüntüleriyle ilişkilidir. Bir başka deyişle, sevgililik ilişkisinde uygulanan ve maruz kalınan şiddetin kişinin hayatının ilk yıllarında kurduğu ilişkilerden miras kalan zihinsel temsillerle ilişkili olabileceği düşünülebilir (Fairbairn, 1941).


İnsan yavrusunun doğduğu andan itibaren en temel gereksinimlerinin başında, öteki insanlarla temas ve bağ kurma gelmektedir (Fairbairn, 1941). Günümüzde yapılan beyin araştırmaları da erken dönem ilişkisellik olmadan sağlıklı bir beyin gelişiminin mümkün olmadığını göstererek bu görüşü desteklemektedir (Cozolino, 2015). Yani insan yavrusu, ilişki kurma motivasyonuyla dünyaya gelmektedir. Şiddet, ihmal, istismar içerse bile, ilişkiler vazgeçilmez olabilmektedir. Fairbairn (1943), ihmal ve istismara uğrayan çocuklara başka bir aile olanağı sunulduğunda hala istismarcı aileyle yaşamayı seçtiklerini gözlemlemiş ve tanıdık, alışıldık olan ilişki örüntülerinin acı verici olsa da kolay kolay terk edilemeyeceğini belirtmiştir (Mitchell, 2009).


Bebek/çocuk, aile içinde belli başlı ilişki kurma örüntüleri öğrenir ve bu örüntüleri hayatı boyunca farkında olarak ya da olmayarak başka ilişkilerinde tekrarlama eğiliminde olur. Bazı ailelerde güven, şefkat, ilgi ve sıcaklığın baskın olduğu ilişki örüntüleri daha baskındır. Bazı ailelerde ise şiddet, tehdit, hayal kırıklığı, reddedilme, ihmal, istismar gibi acı verici deneyimlerin olduğu ilişki biçimleri daha belirgin olarak yaşanır. Bakımverenleri olmadan son derece çaresiz ve tehlike altında hissedecek olan bir bebek/çocuk için şiddet, ihmal ve istismara rağmen bakımverenle ilişkinin sürdürülmesi son derece önemli ve gereklidir. Yani ne pahasına olursa olsun bağı ve teması sürdürmek insanın temel motivasyonlarından biri olarak kalmaktadır.


Bir insan çocukluğunda kurduğu ilişkilerde tekrarlı bir biçimde şiddete maruz kalırsa, ihmal ve istismara uğrarsa bu yaşantıları yakın bir ilişkinin doğal bileşenleri olarak içselleştirebilmektedir. Hatta, maruz kaldığı şiddeti, ihmali ve istismarı kendi kusur ve kabahatinden kaynaklı olarak ortaya çıkan olgular olarak görme eğiliminde olabilmektedir. Bu eğilim bebeğe/çocuğa hem şiddet üzerinde bir kontrol sahibi olma duygusu sağlayabilmekte hem de bakımverenin tamamen kötü bir varlık olarak algılanmasını önleyebilmektedir. Çocukken şiddet dolu ilişki örüntüleri deneyimleyen insanlar yetişkinliklerinde bu örüntüleri sevgililik ilişkilerinde farkında olmadan yeniden sahneye koyabilirler. Şiddet uygulayan veya şiddete maruz kalan partnerler onlar için daha tanıdık olduğu için daha fark edilir olabilir. Partnerinin ilişki örüntüleri şiddete meyilli olmasa bile, tanıdık olan ilişki örüntüsünü yeniden sahneleme eğilimleri olduğu için partnerlerini farkında olmadan bu örüntüye sokabilirler (McWilliams, 1994).


Sonuç olarak, partner şiddetinin önüne geçmek veya şiddet barındıran bir ilişkiyi sonlandırmak kişinin bilinçli iradesinin ötesinde bir mesele olabildiğini görüyoruz. Kişinin erken dönemde şekillenen ve bugün farkında olmadığı ilişki örüntülerini çalışmadan şiddet döngüsünün sonlanması oldukça zor olabilir. Partner şiddetinden muzdarip insanlarla yapılan psikoterapi çalışmalarında da çoğunlukla bu örüntüler ele alınmaktadır.


Son olarak, şiddet barındıran bir ilişkideki şiddet döngüsünün kırılması veya ilişkinin sonlandırılması çevresel olan birçok faktör tarafından da etkilenmektedir. Özellikle boşanmaya yönelik toplumsal algı, saldırgan bir partner karşısında yaşanan hukuki güvencesizlik, ekonomik yetersizlikler ve çocuk sahibi olmak gibi faktörler de şiddet döngüsünün süregitmesinde çok merkezi rol oynayabilmektedir.


Kaynaklar


Cozolino, L. (2014). The neuroscience of human relationships: Attachment and the developing social brain (Norton Series on Interpersonal Neurobiology). WW Norton & Company.


Fairbairn, W. R. (1941). A revised psychopathology of the psychoses and psychoneuroses. International Journal of Psychoanalysis, 22, 250-279.


Fairbairn, W. R. D. (1943). The repression and the return of bad objects (with special reference to the’war neuroses’). British Journal of Medical Psychology.


McWilliams, N. (1994). Psychoanalytic diagnosis: Understanding personality structure in the clinical process. Guilford Press.


Mitchell, S. A., & Black, M. J. (1995). Freud and beyond: A history of modern psychoanalytic thought. Basic Books.


Bu yazı Dipnot Danışmanlık web sitesinde yayınlanmıştır.



© 2025 Ceren Şavk

bottom of page